Ana içeriğe atla

Türk Bilim Kadınları. Kadınların iş hayatında karşılaştığı sorunlar ve kız çocuklarının okullaşma oranları.

(resim: Feryal Özel, NASA Astrofizik Komitesi Başkanı)

    "Bilim adamı" sözcüğüne karşın, sizlere biraz da bilim kadınlarımızı tanıtmak istiyorum. Maalesef ki ülkemiz bazı bölgelerinde kız çocukları okula gitme konusunda zorluk çekiyor, ilkokuldan sonrasına devam etmeye izinleri olmuyor, cahillik ve töreyle mücadele ediyorlar. Bu konuda elimden ne gelir bilmiyorum ama belki bu yazı ülkemizdeki tüm kızlara yardımcı ve ilham olur.

    Bu yazıyı yazmamdaki amacım, Türk kadının ne kadar güçlü olduğunu, yenilmez ve çabalayan kişiler olduğunu göstermek. Yazıda bulunan kişiler ve ismi geçen kurumlar hakkında herhangi bir eleştiri, siyasal bir görüş yoktur.

    Milli Eğitim Bakanlığı’ndan yapılan açıklamaya göre, 2000'li yıllarda yüzde 39 olan kız çocuklarının ortaöğretimdeki okullaşma oranı bugün itibarıyla yüzde 95 oldu. Böylece ilk kez kız çocuklarının okullaşma oranı erkek çocukları geçti.

    2000'li yıllarda yüzde 11 olan okul öncesi okullaşma oranı yüzde 95, yüzde 44 olan ortaöğretimdeki okullaşma oranı yüzde 95, yüzde 14 olan yükseköğretimdeki okullaşma oranı yüzde 48 oldu.

Böylece Türkiye, OECD ülkelerinin okullaşma oranlarına erişti.



2019 yılı verilerine göre, kız çocuklarının ortaöğretimde net okullaşma oranı en yüksek olan il Rize (%98,18 ), en düşük olduğu il ise Muş'tur (%53,16). (Kaynak: Veri Kaynağı)



    2019 yılında 5-14 yaş aralığındaki 53 bin kız çocuğu, eğitim masrafları karşılanamadığı için okula gidemedi. 15-17 yaş arasında en sık rastlanan eğitime devam etmemem nedeni ise "okula gitmenin yararına inanmaması/ okula ilgi duymaması" oldu. (Kaynak: Veri Kaynağı)


     Burada asıl belirtmek istediğim nokta, bilim kadınlarımızı konuşmadan önce kızların ne kadar okula gidebildiği. İmkanlar, sorunlar, kısıtlamalar, ekonomik nedenler kız çocuklarının okullaşması üzerindeki temel sebepler. Neyse ki, gün geçtikçe okullaşma oranı artıyor ve kız çocukları hayal ettikleri mesleklere kavuşabiliyor.


    Türkiye’de bilim alanında varlık gösteren kadınlar, ağırlıklı olarak üniversitelerde görev almaktadır. Kadın akademisyen sayısı 2002'de 26 bin 2 iken bu sayı 2020'de yaklaşık 3 kat artışla 76 bin 668'e çıkmıştır. 8 bin 889 kadın profesör, 6 bin 514 kadın doçent, 17 bin 698 kadın ise doktora öğretim üyesi unvanıyla akademisyen olarak görev yapmaktadır. (kaynak: Wikipedia)


     Tarihin başlangıcından beri “bilim” ve “kadın” sözcüklerinin birlikte kullanımı herkes tarafından yadırganmıştır. Kadınların ancak yüzlerce yıl süren çabaları ve hak arama mücadeleleri sonucu eğitime ulaşmaları mümkün olabilmiştir. 21. yüzyılın başlarında kadınlar, dünyanın pek çok yerinde erkeklerle eşit koşullarda eğitim alabilmeye ve bilime katkı sunmaya başlayabilmişlerdir. Az gelişmiş ülkelerdeki eşitsizlikler ve problemler hala sürmeye devam etmektedir.

     Şimdi gelin Türkiye'deki kız eğitim öğretiminin başladığı yere gidelim. Türk kadını yüksek öğrenim olanağını, ilk defa Meşrutiyet döneminde elde edebilmiştir. Kız öğrencilerine yönelik dersler ilk kez, İstanbul Darülfünunu’nda 5 Şubat 1914 tarihinde verilmeye başlanmıştır. İstanbul Darülfununu 1 Ağustos 1933'ten beri de İstanbul Üniversitesi olarak eğitim için kapılarını öğrencilerine açıyor.

     Kadınların sanat alanında yüksek öğretim almaları 14 Kasım 1914 tarihinde İnas Sanayi-i Nefise Mektebi’nin açılması ile başlayabilmiştir. Bu dönemde kız öğrenciler, ilk defa Dârülelhân'a (konservatuvar) devam hakkını kazanmışlardır. Bu dönemde kızların yüksek öğrenim almaları esnasında kayda değer diğer bir olay, ilk kez karma eğitimin başlamasıdır. Cumhuriyet’in ilan edilmesi ile Türk kadınları, aralarında en gelişmiş ülkelerin de bulunduğu pek çok ülkenin kadınlarından önce yasal haklarını elde etmişlerdir. 31 Mayıs 1933 tarihinde “İstanbul Darülfünunu’nun Yürürlükten Kaldırılması ve Milli Eğitim Bakanlığı’nca Yeni Bir Üniversite Kurulmasına İlişkin Kanun” kabul edilmiştir ve bundan sonra kadınların üniversitenin her bölümüne girmeleri teşvik edilmiştir.

     Türkiye'deki kadınların doktora eğitimi yapmayı tercih ettikleri alanların başında Sağlık Bilimleri gelmektedir. Ayrıca kadınların dünya genelinde en az tercih ettikleri alan olan, Mühendislik Bilimleri alanında, Türk kadınlarının oranının, AB Ülkelerindeki oranın çok üzerindedir.


Türk bilim kadınları

Özlem Türeci; BioNTech kurucusu, Türk-Alman bilim insanı. İmmünolog, girişimci, akademisyen, bilim insanı ve iş insanı. Kanser araştırmaları konusunda deneyimli bir araştırmacı olan Türeci, BioNTech adlı biyoteknoloji firmasının kurucularındandır ve baş tıbbi sorumlusudur.

Safiye Ali (1891-1952) Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk kadın tıp doktoru ve tıp eğitimi veren ilk kadındır. Anne çocuk sağlığı üzerine çalışmalar yapan Safiye Ali’nin adı Süt Damlası Bakımevleri ile anılır. Mesleki çalışmalarının yanı sıra İstanbul’da başlayan feminist harekete katılarak Türk kadınının seçilme hakkı için mücadele etmiştir.

Müfide Küley (1899-1995) İlk Kadın Klinik Profesörü, İstanbul Tıp Fakültesi İç Hastalıkları Kliniği Gastroenteroloji Bölümü kurucusudur. Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk kadın hekimlerinden biridir.

Hatice Bodur (1902-1993) İstanbul Darülfünunu Fen Fakültesi Kimya Şubesini pekiyi derecesi ile bitirmiş ve kimyager olmuştur. Daha sonra Fizik-Kimya-Biyoloji bölümünde asistanlık görevine devam etmiş ve 1931 yılında da Tıp Fakültesine kaydolmuştur. Biyokimya ve Kulak Burun Boğaz alanlarında yüksek eğitimini tamamlamıştır. Türkçe, Almanca ve Fransızca olarak 36 tane araştırması yayınlanmıştır.

Kâmile Şevki Mutlu (1906-1987) Türkiye'nin ilk kadın patoloğu olarak 1945'te Ankara Üniversitesine bağlı olarak kurulan Tıp Fakültesinde, Histoloji ve Embriyoloji Kürsüsünü ve Enstitüsünü kurmuştur. İstanbul Darülfünunu Tıp Fakültesinden 1930’da mezun olmuş ve ardından asistan olarak göreve başlamıştır. 1945 yılında Ankara Tıp Fakültesi açıldığında ilk dersi veren hoca kendisidir. Bunun yanı sıra ülkemizdeki ilk kadın patalogdur. 1954 yılında Türkiye’nin ilk elektron mikroskobu laboratuvarı onun yönetiminde Ankara Tıp Fakültesi Histoloji ve Embriyoloji Kürsüsünde açılmıştır. Ayrıca hücrelerin belirlenmesi ile ilgili “Şevki Metodu” olarak anılan bir teknik geliştirmiştir.

Fatma Perihan Çambel (1909-1987) 1934 yılında İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesini bitirmiş ve 1936 yılında patoloji uzmanı olmuştur. Vakıf Gureba Hastanesi Patoloji Şefi iken çeşitli kitaplarda bölümler yazmıştır. 1947’de Türk Kanser Araştırma ve Savaş Kurumu’nun kuruluşuna öncülük etmiştir. Pek çok nişan ve madalya ile ödüllendirilmiştir.

Asuman Baytop (1920-2015) Farmakognozi alanında akademik derece alan ilk Türk kadınıdır. Türkiye florasının keşfedilmesinde önemli rol oynamış ilk Türk kadın botanikçilerindendir.

Ayhan Okçuoğlu Çavdar (1930-2019) Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesini bitirdikten sonra, aynı üniversitede Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Kürsüsünde ihtisas yapmıştır.

Türkan Saylan (1935-2009) Çalışmaları sayesinde 15 yıl içinde Türkiye'de cüzzam hastalığı tamamen bitmiştir. Uluslararası Lepra Birliği’nin (ILU) kurucu üyesi ve Avrupa Dermato -Veneroloji Akademisinin ve Uluslararası Lepra Derneğinin de üyesi olmuştur.

Afet İnan (1908-1985) Türk sosyolog, tarihçi ve akademisyen. Mustafa Kemal Atatürk'ün manevi kızıdır. Cumhuriyetin ilk tarih profesörlerinden olan Âfet İnan, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesinde ilk Türk Devrim Tarihi Kürsüsünü kurmuştur. Türk medeniyeti ve devrim tarihine ait 50 kadar kitabı ile çok sayıda makalesi bulunur. Türk Tarih Tezi'ni ortaya koyan tarihçilerdendir. Cumhuriyet döneminin yeni tarih anlayışının temellerinin atılması ve kadın kimliğinin kurgulanmasında bir ideolog gibi hizmet etmiş bir cumhuriyet kadınıdır.

Behice Boran (1910-1987) Türk siyasetçi ve sosyolog. Türkiye İşçi Partisinin son Genel Başkanı, akademisyen. “Sosyalist doğulmaz, sosyalist yaşanır.” sözüyle hafızalarda yer edindi.

Halet Çambel (1916-2014) Hattuşaş'ın bulunduğu Boğazköy'de, stajyer olarak başladığı kazıları hayatı boyunca sürdüren Halet Çambel, bilim dünyası tarafından “Hitit hiyerogliflerinin çözüldüğü yer” olarak tanınan Karatepe-Arslantaş Höyüğü'nde, Türkiye’nin ilk açık hava müzesini kurmuştur. Karatepe kalıntılarının ortaya çıkarılmasına ve Hitit dilinin çözülmesine katkısı büyüktür. Türkiye’yi eskrim dalında temsil ederek Suat Fetgeri Aşeni ile birlikte “Olimpiyatlara katılan ilk Türk kadın sporcu” unvanını kazanmıştır.

Feryal Özel (1975-) Tarihin ilk kara delik fotoğrafını çeken ekipte yer almıştır. NASA Astrofizik Komitesi Başkanı olarak görev yapmaktadır. Araştırma alanları karadelikler, nötron yıldızları ve teorik astrofizik üzerinedir. Akademik kariyeri Columbia, Harvard ve Princeton gibi ABD üniversitelerinde şekillenmiş, İsviçre'nin Cenevre kentindeki CERN'de ve Danimarka'daki Niels Bohr Enstitüsü'nde bulunmuş olan Özel, 2001'den beri NASA'da görev yapmaktadır. 2003 yılında dünyanın en tanınmış bilim insanları ile birlikte "Büyük Fikirler" listesine girmesiyle tanındı. Albert Einstein'ın Görelilik Teorisi'nde dile getirdiği ancak teleskop ışınlarını yuttuğu için görüntülenemeyen kara delikleri görüntüleme üzerine çalışan Özel'in başında bulunduğu Modelleme ve Analiz Çalışma Grubu, farklı teleskoplardan elde edilen milyonlarca veriyi birleştirerek 2019 yılında ortaya tek bir fotoğraf çıkarmayı başarmıştır.

Canan Dağdeviren (1985) 10 saniyede cilt kanserini teşhis eden dövme benzeri bir cihaz geliştirmiştir. Ayrıca Harvard Üniversitesi Genç Akademi üyeliği bulunan ilk Türk'tür.

Naşide Gözde Durmuş (1985) Kanserin erken teşhisi üzerine yaptığı çalışmalar ile adını duyurmuştur. MIT tarafından "tıpta çığır açan lider" olarak tanımlanmıştır.

Burcu Özsoy (1976) Antarktikaya giden ilk Türk kadın bilim insanıdır. Araştırmaları Mars konulu uzay çalışmalarına da ışık tutmaktadır.

Engin Arık (1948-2007) Avrupa Nükleer Araştırma Merkezi CERN’de Türk bilim insanlarının da çalışması için bir ekip yönetmiştir. Türkiye’nin toryum elementi açısından zengin olduğunu savunmuştur, bu elementin nükleer santrallerde kullanılması için çalışmıştır.

Remziye Hisar (1902-1992) Anadolu’da ve Bakü’de öğretmenlik yapmıştır.Ardından Nobel ödülünü alan ilk kadın Madam Curie’nin öğrencisi olmuştur. Curie’nin asistanlık teklifini reddedip Türkiye’ye dönmüştür. İTÜ ve İÜ’de çalışmalar yapmıştır.

Hatice Nüzhet Gökdoğan (1910-2003) 1936’da İTÜ’nin ilk kadın akademisyeni olmuştur. Gökdoğan’ın İstanbul Üniversitesi’nde tamamladığı tez, üniversitede yapılan ilk tez olduğu için 1 numara ile kaydedilmiştir.

Dilhan Eryurt (1926-2012) 1973 yılında ODTÜ Fizik Bölümü bünyesinde Astrofizik Anabilim Dalı’nı kurmuştur.

Fatma Şenel Boydağ (1947-2007) Türk Hızlandırıcı Merkezi Teknik Tasarımı ve Test Laboratuvarları Proje Ekibinde yer almıştır.


Türkiye'de akademide cinsiyet eşit(siz)liği

Türkiye’de ve hatta dünyada akademik çalışmalar yürütmek ve akademik hiyerarşi içerisinde yükselmek belli birtakım şartlara bağlı olup bu şartlar cinsiyet farkı olmaksızın tüm akademisyenleri zaman zaman zorlayabilmektedir. Ancak pratikte bakıldığında kadın akademisyen ve akademisyen adaylarının erkeklere göre bazı farklı sorunlara maruz kaldıkları açık bir gerçektir. 

Kadının kamusal alandan ziyade özel alanda kalmasını savunanların sayısı azımsanamayacak seviyededir. Kadını ikinci plana atan bu düşünce yapısı nedeniyle kadınlar sadece akademide değil tüm sektörlerde çalışma ve ilerleme konusunda erkek rakiplerine göre dezavantajlı konuma düşmekte çalıştıkları alanın gerekliliklerini yerine getirme çabasına ek olarak toplumun kendilerine yüklediği misyonun gerekliliklerini de yerine getirme gayretine düşmektedirler. Tüm bunların üzerine bir de mobbing ve taciz vakaları eklendiğinde kadınların akademide ve tüm diğer sektörlerde tutunabilme ve yükselebilme şansları oldukça azalmaktadır.


Fazla mesai, yoğun iş temposundan kaynaklı kadınlar, evlerine yeterince zaman ayıramadıklarını ve çocuklarının ihtiyaçları ile ilgilenmediklerinden şikayetçi olabiliyorlar. Diğer bir sorun ise çalışma şartlarının ağır olabilmesinden kaynaklı olarak, evlilik ve çocuk planları yapmış olan kadınlar, bu isteklerini sürekli ertelemek durumunda kalabiliyorlar. Çalışma saatlerin fazla olması, hafta sonları da çalıştırılan kadınlar, onlara karşı bir yıldırıma söz konusu olabiliyor. Bunlara karşılık, kadınlar düşük ücretlerle iş yerinden çalıştırılabiliyor. İş hayatında cinsiyet ayrımcılığı kadınların karşılaştığı en büyük problemlerden.

Kadına yönelik ayrımcılık, aslında daha işe alınmadan bile başlayabiliyor. Örnek verecek olursak, iş ilanlarında aranan niteliklerde, özellikle erkek çalışanın alınması, belki de bu konu hakkında verilecek en net örnek olabilir. Ülkemizde kadın çalışanların çalıştıkları işler çoğunlukla, niteliksiz işler olabiliyor. Aslında bu cinsiyete dayalı eşitsizliğin ortadan kalkmasıyla artan kadın istihdamları sayesinde iş piyasasında bir canlılık oluşabilir.

Psikolojik taciz veya diğer ismiyle mobbing, aslında yalnızca kadınların yaşadığı bir sorun olmayıp, erkeklerinde iş piyasasında karşılaşabileceği bir psikolojik şiddettir. Fakat, yapılan araştırmalara göre, kadınlar bu duruma daha fazla maruz kaldığı biliniyor. Bu durum, çalışan bireylerde isteksizlik ve işin aksaması şeklinde olumsuz durumlar yaratabiliyor.

Kadınlar iş yerlerinde, sözlü taciz veya cinsel tacizle de maalesef karşılaşabiliyor. Cinsel taciz, fiziksel davranış ve hareketleri oluştururken sözlü tacizse, sözlü şekilde bireye uygulanan bir şiddet türü olarak tanımlanabiliyor. Ya da iki durumu da kapsayacak şekilde de cinsel taciz kavramı şeklinde ele alınabiliyor. Cinsel taciz toplamda dört şekilde incelenebiliyor: Cinsel rüşvet veya gözdağı vererek taciz, karşılık verilmeyen cinsel ilgi veya fiziksel olarak cinselliğe zorlama, cinsel huzursuzluk, cinsiyete dayalı düşmanlık, ilginin iması şeklinde tanımlanabiliyor.

Kadınların hamilelik durumu, bireysel olmanın dışında toplumsaldır. Ücretli bir işte çalışan bir kadının, kedisini, doğurgan oluşunu, çevresini, işverenini ve devleti de ilgilendiriyor. Mesela bir işveren için hamile kadın, almış olduğu izinlerle bir maliyet kaynağı olarak görülebiliyor. Bu durumda, hamile olan kadınların iş piyasasında, ayrımcılığa ve işsiz kalmasına sebep olabiliyor.

Kadınların, iş ortamında karşılaştığı sorunlar yalnızca bunlar değildir. Farklı sorunlarda yaşanabiliyor. Sorunları biliyoruz, ama bize gereken şey çözümler. Bu yüzden bu sorunların, iyileştirilmesi ve kadınların iş piyasası içinde olmaları birçok konuda katkı sağlayacağı kesindir. Yani, devlete ve yerel yönetimlere belli sorumluklar düşüyor, kadınlara ve topluma karşı sorumluluklarını yeri getirmeleri, kadınların yaşadığı sorunların, çözümü için hayat kurtarıcı olabiliyor.

Kendinize iyi bakın ve umudunuzu yitirmeyin. Sağlıklı günler dilerim.💛

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

3 farklı beslenme çeşidi! Raw, Paleolitik, Friganizm YOK ARTIK DİYECEKSİNİZ!

1.Raw beslenme     Raw yani "çiğ" beslenme, vegan beslenmenin bütün kurallarına artı olarak, bitkilerin 40 derecenin üstünde pişirilmemesi ilkesine dayanıyor. Raw food, doğanın bizlere sunduğu besinleri, sebze ve meyveleri, en saf haliyle tüketmeye dayalı bir beslenme biçimi. Besinler hiç işlem ve ısı görmeden, ham halleriyle tüketiliyor. Böylelikle içindeki her şey canlı olarak vücudumuza giriyor. Çiğ kuru yemişler, tohumlar, filizlendirilmiş baklagiller, kurutulmuş meyveler ve tüm taze meyve ve sebzeler yenilebiliyor. Sebzeler çiğ tüketildiğinde, içlerinde bulunan vitamin ve enzimler yok olmaz; vücudun pH seviyesi alkali (bazik) hâle gelir.     Çiğ beslenmenin temellerini incelemek için geçmişe bir göz atmak gerekiyor. Bu yüzden milattan öncesine ışınlanıyoruz. İlk insanların doğada buldukları her şeyi pişirmeden tükettiklerine rastlıyoruz. Ateş bulunduktan sonra beslenme düzenleri de değişmeye başlıyor haliyle. Raw food ise yüzyıllar öncesinin geleneğini yaşatıyor, atala

Kendin olma özgürlüğü. Biz bu muyuz?

Biz bu hayata başkalarını memnun etmek için mi geldik? Aman annem üzülmesin, aman babam kırılmasın, aman sevgilim darılmasın... Biz bu muyuz yani? Bir kere geldiğimiz şu hayatta başkalarının istediği gibi, onların memnuniyetine göre yaşamak için mi geldik? Hayallerimizi bile kısıtlayarak ve belli çizgiler dahilinde kuruyor olduk farkında mısınız? Bir evim olsun, arabam olsun bir de eşim olsun yeter diye düşünebiliyoruz artık. bunlar da güzel şeyler elbette ama neden artık kuzey ışıklarını görmeyi, Times meydanındaki kocaman ekranları arkamıza alarak fotoğraf çekilmeyi, Japonya’daki yöresel yemekleri yemeyi,  ülkemizi gezmeyi düşünmüyoruz? Sığ düşünür olduk. Çevremizdeki insanların düşünce tarzlarına maruz kalarak, kendimizi onlar gibi yetiştirerek sığ düşünür olduk.  Kayboluyoruz. İçimizdeki hevesi kaybettiğimiz için kendimiz de kayboluyoruz. Sıradan hale geliyoruz. 20 yıl önce genç olan anne babamız, 50 yıl önce genç olan nene dedemiz gibi biz de şimdi 18 20 yaşında gençler olarak kay

Konfor alanı ve başarı hakkında;

        Bu yazıda iki konudan bahsedeceğim; birincisi konfor alanı hakkında, ikincisi de asıl başarının 4'de uyanmak olmadığı hakkında olacak.       İnternette, arkadaşlarımızla sohbetlerimizde, okuduğumuz bir kişisel gelişim kitabında hep duyduğumuz şu konfor alanı hakkında konuşmak istememim nedeni artık yanlış anlaşılıyor oluşu. Evet artık konfor alanı işini yanlış anlıyoruz. Konfor alanından çıkmak demek aslında yapmaktan rahatsızlık duyduğun, sevmediğin ama yapmak zorunda olduğun şeyleri yapmak demektir. Sadece sevdiğimiz şeyleri yaparak bir ömür geçiremeyiz, bu mümkün değil. En basitinden spor yapmayı herkes sevmez, hoşlanmaz ama bir derecede hepimiz yapmak zorundayızdır. kas ağrılarına, incinmelere rağmen yapmak zorundayızdır. bu konfor alanımızdan çıkmak demektir çünkü sevmesek de yapmak zorundayız.       İnternette şu sıralarda konfor alanının sadece telefona daha az bakmak ya da yataktan kalkıp birkaç saat ders çalışmak olarak anlaşıldığını görüyorum, evet bir ölçüde doğr